Özgürlüğün Renkleri
“Renkler…” diye düşündü İrem. “Siyah, beyaz, yeşil ve kırmızı.”
Okuduğu üniversitenin kampüsünde Gazze için yardım kermesi kurulmuştu. Stantlar el işleri, anahtarlıklar, takılarla doluydu. Hepsi de bu dört renk ile işlenmişti. Hem ürünleri görmek hem de destek olmak istemişti İrem. Bu yüzden arkadaşlarıyla stantlara yaklaşıp “Neler alabiliriz?” diye ürünlere bakmışlardı. O günden sonra da aldığı bilekliğini bileğinden hiç çıkarmadı.
Kütüphanede oturmuş bilekliğini inceliyor, bir yandan düşünüyordu. O gün standın başına gittiğinde ne yaptığının farkında değildi. Galiba ilk kez Gazze’yi düşünüyordu. Şu an dünyada bir şeyler ters gidiyordu, bunu biliyordu. Çok da uzak olmayan bir ülkede çocuklar ölüyordu. Öyle doğal afetten veya hastalıktan da değil. Büyük büyük adamlar tanklarla, silahlarla, bombalarla öldürüyordu onları. Adına da ‘savaş’ diyorlardı. “Ülkemiz savaşta.” Nasıl da süslüyorlardı sözlerini? Oysa savaşabilmek için iki ordu gerekmez miydi? Veya iki tarafta da erkeklerin olması gerekmez miydi? Savaş erkek işi değil miydi? Ama baktığımızda bir tarafta teknolojik silahlar vardı. Diğer tarafta ise taş ve sapan... Bir tarafta erkekler vardı. Diğer tarafta ise çocuklar ve kadınlar… Bir tarafta dört mevsim ayakları koruyan botlar. Diğer tarafta ise çıplak ayaklar… Bir tarafta askerleri doyuran büyük markalar. Diğer tarafta yardım için yüzünü gökyüzüne çeviren insanlar…
Ama tüm bunlar yetmiyordu o büyük adamlara. Bomba atmak, küçücük bedenlere silah namluları yöneltmek yetmiyordu. Saldırmakla kalmıyor, bir de tüm kapıları kapatıyorlardı. Dışarıdan tüm yardımları kesiyorlardı. Ülkeye tek bir tır dahi giremiyordu. Askerlerini tüm sınırlara konumlandırmış, içeri yardım izni vermiyorlardı. Yani o büyük büyük adamların kocaman elleri ekmeği engelliyordu. Çocukların boğazından geçecek olan ekmeği. Gece aç uyumasına engel olacak ekmeği… Annesinin kucağında açlıktan ölmesine engel olacak ekmeği…
O zaman neden hala her yerde bir ‘savaştan’ bahsediliyordu? Neden kimse “Bizim yaşadığımız dönemde bir soykırım yapılıyor.” diyemiyordu? Ülkeler bir araya geldiklerinde gövde gösterisi yapıp teknolojileri, silahları ve güçleri ile övünüyorlardı.
Peki ya diğerleri, yumuşak kalpli olanlar. Kar yağdığında yatağın altından kullanmadığı battaniyeleri çıkaran güzel insanlar. Onları kucaklayıp hayvanların üzerini örtmek için sokağa inen insanlar. Neden sıkıntıdan Gazze’nin sokak köpeklerini hedefleyen askerlere ses yükseltmediler? Oradaki köpek neden köpekten sayılmadı? Oradaki kadın neden kadından, oradaki çocuk neden çocuktan sayılmadı? O zaman insan hakları kimi kapsıyordu? “Ben insanım, haklarım var.” cümlesi artık nasıl güvenle kurulabilirdi? Benim ülkemi, benim insanımı da kapsadığından nasıl emin olabilirdim?
“Renkler…” diye düşündü İrem tekrar. Acaba bu renkler neyi simgeliyordu diye araştırmaya koyuldu.
Bayrağın en üst şeridi siyahtı. Siyah, Filistin halkının geçmiş acılarını simgeliyordu. Hemen onun altındaki beyaz şerit ise barış ve umudun simgesiydi. Yeşil şerit ise Filistin’in verimli topraklarını hatırlatıyordu. Evet, Filistin zeytin ve limonun ülkesiydi. Yüzyıllarca kök salmış zeytin ve limon ağaçlarının ülkesi. Sımsıkı toprağa tutunmuş “Beni buradan koparamazsın.” diyen ağaçların ülkesi. Her şeye rağmen doyurmaya devam edip ürün veren ağaçların... Filistin halkı kadar eski, Filistin halkı kadar köklü.
Bayrağın sol köşesindeki üçgen ise halkın kararlılığını temsil ediyordu. Her şeye rağmen pes etmeyen insanların kararlılığını. Bombalarla yıkılmış evini süpüren kadının kararlılığını… Kaldığı çadırı yuvaya çevirmeye çalışan kadının… Çocuğunun yarasını başındaki örtüyle saran kadının…
Üzerinden savaş uçakları geçerken sek sek oynayan çocuğun kararlılığını... Hastaneler bombalanırken “Büyüyünce doktor olacağım.” diyen çocuğun kararlılığını. Yani son nefesine kadar, savaşan kadının kararlılığını temsil ediyordu. Son çocuğa kadar, tanklara taş atan çocuğun kararlılığını…
Ümitsizliğe hacet yok. Her geceden sonra gün aydınlanmıyor mu? Her karanlıktan sonra güneş doğmuyor mu? Her kış baharın habercisi değil mi?
Bizim bildiğimiz öyküde kuşlar filleri yenmez mi?
&
Deneyimsel Tasarım Öğretisi tutarlı, uygulanabilir, anlaşılabilir, faydalı bilgilerle hayatımızı kolaylaştırmamızı sağlar. Bu bilgilerle insan ailesiyle, arkadaşlarıyla, müşterisiyle nasıl daha etkili bir iletişim kurabileceğini öğrenir.
Yener tabi ki... Ona şüphemiz yok ... Zamanı gelince...🌸
YanıtlaSilNasıl olacak bilmiyorum ? Amma Allah galiptir eminim :)
YanıtlaSilBir şeyi anlamaya çalışmak...
YanıtlaSilBilinç vermek...
Nasıl destek olabileceğini dert edinmek...
Bunlar insanlık adına en kıymetli adımlardan biridir.
ALLAH iyileri eninde sonunda bir araya getirir...
Ahh Filistin halkı. Azminiz ve sabrınız ibret alınası. İnşAllah tez zamanda bu soykırım ve acılar biter. Ve Filistin yeniden özgür ve mutlu olur🤲🤲🤲
YanıtlaSilSizde ki kararlılığın bütün inananlar da olması dileğiyle 🤲🤲🤲
Teşekkürler kaleminize sağlık
🌹🌹🌹
Evet, her karanlık sonrası aydınlık var mesele o iki süre arası doğru tepkiler vermek
YanıtlaSilKaleminize sağlık ❤️
YanıtlaSilKaleminize sağlık 🤍
YanıtlaSilo isterse kesinlikle kuşlar filleri yener. inandık, itaat ettik.
YanıtlaSilRABBİM inşaALLAH tez zamanda zalimin zulmünü kendi başına geçirsin
YanıtlaSil👏
YanıtlaSilKaleminize sağlık 🌹
YanıtlaSilHer karanlıktan sonra muhakkak aydınlık vardır . Sen karanlıkta olduğunda niyetini netliğini ortaya koy yeter ki
Ben kimsenin hiç bir şey yapmadığını düşünüyorum. 1mln insan ölünceye kadar kimse bir şey yapmayacak. Herkes sadece gazzeyi (bu hassasiyeti) istismar edecek. Sonra orası kalanların köle olarak çalistirilacaği işletme haline gelecek. Geçmiş geleceğin aynasıdır. Yıllardır devam eden zulüm. Kimse ne yapti? Hiç. Hatta onlarla işbirlikleri yapıldı. Yapilan kat liamlarin üzeri örtülüdü.
YanıtlaSil