Ahmet, köklü bir ailenin tek erkek evladıydı. O kabul etmese de hayatındaki her şey ailesi tarafından hazırlanmış, onun hiçbir şey için çaba göstermesine gerek kalmamıştı. Lisede dersleri pek iyi değildi ama bu da sorun edilmemişti. “Yeter ki bir diploması olsun.” denilerek özel üniversitelerden birinden mezun edilivermişti.
Evlenirken de aynı düzen sürmüştü; evi ve eşyaları, ailelerine yakışır bir düğün, balayı, hatta orada giyecekleri kıyafetler bile başkaları tarafından planlanmış ve ödenmişti. Şirkette ise ona “Koordinasyon işlerine bakarsın.” denmişti. Ne var ki kimse bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyordu. Ahmet, şirkete gidip bilgisayarda oyun oynuyor, sonunda maaşı da hesabına yatıyordu. Hayatında kendi emeğinin, kendi çabasının izi pek de yoktu. Belki de bu yüzden sık sık kafası karışıyor, içi daralıyor ve soluğu Mehmet Usta’nın ayakkabıcı dükkânında alıyordu.
Dükkân, Beykoz’un boğaza dik kesen arka sokaklarından birinde bulunuyordu. Onu ilk kez, kankasının evlenme teklifi organizasyonunda tanımıştı. Müstakbel gelinin topuğu kırılınca tamir ettirmek de Ahmet’e düşmüştü.
“Elini ver, kolunu kaptırırsın işte! Zaten buraya gelende kabahat… Getirseydi yanında bir yedek ayakkabı. Ne saçma işler! Ben ne anlarım bundan? Şuradan basıp gideyim. Ne sanıyorlar beni?” diye iç sesi coşmuş halde, ara sokaklardan birinde bıraktıkları arabasını ararken bulmuştu bu küçük dükkânı.
Mehmet Usta, sanki her şeyi biliyor ve ona hak veriyormuş gibi gülümsüyordu.
“Delikanlı, yardım lazım mı?” dedi.
Eline aldığı ayakkabıyı iki dakikada eski haline getirirken, bir yandan da ona ıhlamur ikram etmişti. Sanki tüm bunlar dünyanın en doğal şeyiymiş gibi…
Babasıyla o meşhur kavgayı yaptıklarında, nasıl olduğunu anlamadan kendini yine onun yanında bulmuştu. Usta’nın gülümsemesiyle karşılaşınca, bir yandan içi ferahlamış bir yandan da ne diyeceğini bilemeyerek:
“Buradan geçiyordum da ayakkabılarımı boyatayım dedim.” deyiverdi.
Mehmet Usta ise yalnızca: “Ne iyi ettin.” dedi ve içeri buyur ederken ayakkabıları eline almadan önce yine ıhlamurunu önüne koydu.
Sonra bu bir gelenek haline geldi. Hem yaptığı iş hem de hal ve tavırlarıyla tanıdığı herkesten farklıydı. Elini değdirdiği her ayakkabı sanki yeniden doğuyor, beraberinde anlattığı küçük hikâyelerle Ahmet’e adeta danışmanlık hizmeti de veriyordu.
Hiç yargılamadan, “Aklıma bir hikâye geldi.” der, küçük bir kesit anlatıverirdi; öyle ki Ahmet, o hikâyenin içinde mutlaka kendini bulurdu. Cevabını almış gibi çıkar giderdi dükkândan. Tıpkı ne erken, ne geç, tam vaktinde; bir verip bin aldığın ata tohumları gibi…
Mehmet Usta’nın bir keresinde söylediği: “Toprak boş bırakılamaz; fayda vermeyen, zarar verir.” sözü yüzünden Ahmet, evin bahçesine bir şeyler ekmeye kalkışmıştı. “Toprak stresi alır.” diyorlardı ama nerde! O toprağı kazıp yumuşatmaya çalışmak saatler sürmüş, sonunda sinirlerini iyice germişti.
Bir de gübre bulma macerası vardı. Kırk yıl düşünse, solucan gübresi diye bir şey olduğunu düşünemezdi. O sıvı şeyi arabanın bagajına koyup bir saat araba kullanmak zorunda kalmıştı.
“Hani stresimi alacaktı? Bu iş beni daha da strese soktu!” diye söylenmeye başlamışken, bir an durdu ve kendini yakaladı. Mehmet Usta’nın sık sık tekrarladığı sözü hatırladı: “Şikâyet yok, şikâyet yok…”
Ama şimdi de sıkıntısı, tohumların çimlenmemesiydi. Bu yaşına kadar hiç beklemek zorunda kalmamıştı; beklemeye, bu kadar uzun uğraşmaya tahammül edemiyordu. Belki de tohumlarla ilgilenmek bu yüzden bu kadar zor gelmişti Ahmet’e. Bir süreci vardı toprağa tohumu ekmenin; ne gecikmeli ne de aceleci davranmalıydı.
O gün yine iç sıkıntısını alıp kendini Mehmet Usta’nın dükkânında buldu. Düşüncelere daldığını fark eden Usta takıldı:
“Eee, nerelerdesin?”
Ahmet, “Tohumları düşünüyorum Usta. Hemen filizlenmiyorlar. Toprağın altında neredeyse bir ay uykuya yatıyorlar. Ama uyku dediysem öyle bildiğimiz uyku değil; kendi içinden besleniyorlar. Hatta fazla su tutmayan, geçirgen toprak tercih ediliyor. Çünkü fazla su öldürüyor.” dedi.
Son cümleyi birkaç kez tekrar etti Ahmet. Kendi geçmişine dair kafasında bir şeyler canlanmaya başlamıştı. Bu durum Mehmet Usta’nın hoşuna gitmiş olacak ki gülümsemekten kendini alamadı.
Ahmet: “Usta, ben kaçtım.” dedi ve demesiyle dükkândan çıkışı bir oldu.
Bu yaşına kadar fazla ilginin zararlı olabileceğini hiç düşünmemişti. “Neyim eksik ki mutlu olamıyorum bir türlü?” diye sorguladı hayatını. Ama meğer o küçücük tohumdan öğrenecek ne çok şeyi varmış. Hemen eve gitti; daha yakından gözlemlemek istiyordu. Çünkü doğa, bir insanın sözlerinden çok daha fazlasını anlatıyordu ona.
Eve varınca tohumların hâlâ çimlenmediğini fark etti. İçinden bir kızgınlık dalgası geçti ama bu kez vazgeçmedi: “Yola devam… Benim hayatımın tam zıttı.” diye düşündü. Daha on sekizine basmadan hediye edilen spor arabayı hatırladı; başta büyük bir keyifti ama zamanla sıradanlığa dönüşmüştü. Oysa şimdi, küçücük bir tohumun filizlenmesini beklemek onu tarifsiz bir heyecana sürüklüyordu.
Ahmet, toprağın altında sabırla yolunu arayan tohumlara baktığında, içindeki boşluğun da yavaş yavaş dolmaya başladığını hissetti. Hayatta ilk kez kendi emeğiyle bir şeylerin yeşerdiğini görmek, ona bambaşka bir huzur veriyordu.
“Bu iş emekle olacak… Elime değen her şeyde bir hayat varmış meğer.” diye fısıldadı, ustasının zihnindeki gülümseyen yüzüne.
"Deneyimsel Tasarım Öğretisi" insanın gerçek amacını amaç edinmiştir.
Doğru karar alabilmek, doğru seçimler yapabilmek için insanı açık bir bilince yönlendirir. Problemlerin gerçek çözümlerine yönelik stratejiler verir.
"Kim Kimdir" ile başlayan, "İlişkilerde Ustalık", "Başarı Psikolojisi" ve "Sakınmada Ustalık" ile devam eden programları insanların kendi dünlerine göre daha mutlu ve daha başarılı olmalarına katkı sağlar.

Yorumlar
Yorum Gönder