Peki Ya Senin Görevin?
Hayatta hepimize belli görevler verilir. Kimi görevleri biz birinin elinden alırız, kimini hayat bize yükler. Bazen kimi görevleri almak için sınavlara hazırlanırız. Kazanırsak sınavı, o görev bizim olur. Görev verilen olmak ile o görevin sorumluluğunu almak aynı değildir. Böyle bir durumda aynı yetkilere sahip olmaz insan.
Ahmet de küçüklüğünden beri hep asker olmak istiyordu. Şu an -10 derecede sınır karakolunda nöbet tutuyordu. Üşümüştü, hareket ederek ısınmaya çalışıyordu. Böyle zamanlarda hep sevdiceği düşüyordu aklına. Onu ve doğacak bebeklerini düşünüp hayaller kurdukça içi ısınıyordu. Elindeki dürbünü yere bırakıp cebinden fotoğrafını çıkardı. Derin derin baktı sevdiğine, eliyle okşadı bir saçı okşarcasına. Sonra tekrar kalbinin üzerindeki cebine koydu. Elini bir iki saniye o cebin üzerinde tuttu. Kalbinin tık tık atışlarını hissediyordu. “Acaba o da şimdi beni düşünüyor olabilir mi?" dedi kendi kendine. Aramak istedi ama bu yüksek tepede telefonu çekmiyordu. Gözünün önüne sevdiğinin görüntüsü geldi. Trende yolcu ettiği gün gözlerinin önünden geçiverdi. Sonra görevde olduğunu hatırladı. "Her şeyin bir yeri vakti var." dedi kendi kendine. Isınmak için biraz hareket etti ve derin bir soluk aldı. Tekrar dürbünü alıp etrafı kolaçan etmeye devam etti.
Ayşe, karda ayakları yere bata çıka okuluna ulaşmaya çalışıyordu. Okulda ilk haftasıydı ve kar birden bastırmıştı. Bu karlı dağ köyü onun ilk görev yeriydi. Ondan önceki öğretmen doğum nedeniyle izne ayrılmıştı. Atama bekliyordu, apar topar tayin haberini alınca yola koyulmuştu. Ona soba ile ısınan bir lojman tahsis edilmişti. Hayallerinde okuluna bir bahar günü başlamak vardı. Kendi kendine “Okullar baharda açılmıyor ki saf kızım.” dedi ve gülümsedi. Ayaklarına karda kayıp batmamak için bir plastik tabanlık takmıştı. Çocuklar çoktan ondan önce okula gelmiş ve sobayı yakmışlardı. Kapıyı açınca geç kaldığından dolayı biraz utandı. Çocukların hepsi çok çalışkandı. Şehirdeki çocuklardan oldukça farklıydılar. İmkanları sınırlı olduğu için neye sahip olmak istiyorlarsa kendileri emek vermek zorundaydılar. Bu onları bambaşka bir çocuk yapıyordu. Hepsi o kadar saygılı ve o kadar bilgiye açlardı ki. Evet, zorlukları vardı ama Ayşe işinden dolayı çok mutluydu. Bilgiye aç olan varsa ona emek vermek keyif vericiydi. Akşam yatarken sobayı yanar vaziyette bırakmaktan korkuyordu. Çoğu zaman o buz gibi havada uyanmak çok zordu. Önce bir elektrik sobasını yakıp azıcık ısınıyordu. Kendinden önce hamile olan öğretmeni düşündü. “Allah’ım nasıl kalmış burada üç yıl.” diye hayret etti.
Hale, doğum izni için ayrılsa da aklı ardında bıraktığı öğrencilerindeydi. Hale’nin bebeği doğmak için biraz aceleciydi. Aslında birkaç ay daha okulda kalmak istiyordu. Ama eşi ve annesi aynı fikirde değildi. O dağ köyünde doğumu nerede ve nasıl yapacaktı ki? Ahmet, eşinin onsuz tek başına çalışmasını istemiyordu. Kesinlikle doğumdan önce ücretsiz izin almalıydı. Hale “Buradakilerin canı can değil mi? Ben de ebeyle doğum yaparım, hatta kendi başına doğuranlar varmış.” dediğinde annesi neredeyse şaşkınlıktan bayılacaktı. En azından ilk yedi ay çalışmayı planlamıştı. Hem babası hem annesi ona bütün süreçte eşlik ettiler. Hale’nin eşi asker olduğu için sürekli şehir dışında oluyordu. Ona telefonla ulaşabilmek her seferinde mümkün olmuyordu. Çünkü bir sınır karakolunda görev yapıyordu. Hale hamile de olsa “Görev görevdir, bir şekilde sorumluluğumu yerine getirmeliyim.” diye düşünüyordu. Öğrencilerine emek verdiğinden bırakıp gitmek istemiyor, “Başladığım işi ben bitirmeliyim.” diyordu. Ama işler onun planladığı gibi olmadı. Doğum erken başlayınca yakın kasabadan bir helikopter geldi ve hastaneye zar zor yetiştirdiler.
Mehmet, helikopterle sınır karakoluna doğru yola çıkmıştı. Komutanı erzak takviyesini alması için Yüzbaşı Ahmet’i ve onu görevlendirmişti. Hava kışın buralarda hiç belli olmazdı, dikkat etmesi gerekiyordu. Dağların yanından geçerken helikopterin sesi çığa neden olabilirdi. Fark etmediği insanlara ya da hayvanlara zarar verebilirdi. Uçsuz bucaksız göz alabildiğine bir beyazlık vardı. Öyle ki ne bir ağaç ne bir dere görünüyordu. Uzun yıllardan beri helikopter kullanıyordu. Ama her seferinde ayrı bir dikkat ederdi. Bu bölge aynı zamanda dağcıların ve doğa meraklıların rotasındaydı. Birkaç kez işaret fişeklerini fark edip dağda mahsur kalmış sporcuları kurtarmıştı. Helikopter kullandığı bölge yangına da açık bir ağaçlıktı. En ufak bir ateş görse hemen orman bölge müdürlüğüne haber ederdi. Bu sefer güzel bir haberle karakola gidiyordu. Ahmet komutanın eşi doğum yapmıştı. Haber merkeze ulaşmış ancak Ahmet komutana telsizle bilgi verememişlerdi. Görev böyle bir şey diye düşündü. İnsan görevi gereği işini, ailesine tercih etmek zorunda kalabiliyordu.
Aydın, küçük bir kasabada kadın doğum doktoruydu. Uzun yıllardır burada çalışıyordu. Aslında eşi büyük şehirde yaşamak istiyordu. Aydın ise doğduğu bu şehrin doğallığına hayrandı. Her türlü sebze meyve yetişiyordu, havası temizdi. Çok güzel bahçeli bir evleri vardı. Çocuk yetiştirmek ve okutmak burada daha kolaydı. Eşi, “Sen çok başarılı bir doktorsun. İnsanlar başka şehirlerden senin için buralara geliyorlar. Biz büyük şehirde daha rahat ederiz. Burada sınırlı imkanlar ile yaşıyoruz.” diye sitem ederdi.
Aydın, hesap kitap bilen bir adamdı. “Büyük şehirde yaşayacaksın ama hep bir stres. Ev almak, araba almak kolay değil. Çocukların okulları, bir de onlar kimle diye takip etmek zorundasın. Ne gerek var ki bu çok büyük bir maliyet. Bazen küçük kalmak daha iyidir. Neyimize yetmiyor memleket!” deyip eşine hiç aldırmazdı. Zaten kendisi büyük şehirde okumuştu. “Trafik bir dert, insanlar birbirini tanımaz. Çocuklara bakıcı mı bakacak? Ne gerek var, çocuklarımız ebeveynlerinin yanında büyüsün.” diye düşünürdü. O bunları düşünürken çağrı cihazından bir arama geldi. Bir doğum vakasıydı ve helikopterle hastaneye yetiştirmeye çalışıyorlardı. Hemen üstünü giyinip hastaneye yola koyuldu. Eşi yine söylendi, “Bak! Büyük şehirde olsak bir sürü doktor olur hastanede. Her seferinde sen gitmek zorunda kalmazsın.” dedi. Aydın eşine döndü ve her zamanki gibi gülümseyip, “Hayatım ben bu işin adrenalin kısmını seviyorum. Sen de hala eşini tanımamışın.” diyerek koşar adımlarla hastaneye geçti.
Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki: “Sorumluluk insanı geliştirir, ileriye taşır.”
Her işin bir doğası, o işe ait zorlukları vardır. Ancak her iş bir sorumluluk getirir. Her iş kaliteyi hak eder. Kalite için ise insanın yaptığı işi sevmesi gerekir. Samimiyet yoksa ve fayda vermiyorsa ulaşılması zor bir zirvedir. İnsan o zirveye ulaşıyorsa orada diğer zirvedekilerle birlikte olur. Birbirinden habersiz, farklı yerlerde bile olsalar kaliteleriyle birbirine yaklaşırlar. Her biri özverisiyle, işini yapış şekliyle farklı bir tarz sahibidir. Bazen iş deyip geçiveriyor insan. Oysaki bir insanın yüzü bir mağazanın vitrini, bir firmanın ürünü gibidir. Aslında insanın yaptığı iş onun gerçekten ayinesidir.
Peki ya biz görevlerimizin ve sorumluluklarımızın ne kadar farkındayız?
&
Deneyimsel Tasarım Öğretisi tutarlı, uygulanabilir, anlaşılabilir, faydalı bilgilerle hayatımızı kolaylaştırmamızı sağlar. Bu bilgilerle insan ailesiyle, arkadaşlarıyla, müşterisiyle nasıl daha etkili bir iletişim kurabileceğini öğrenir.
Yorumlar
Yorum Gönder